Erdoğan Toprak’tan Haftalık Değerlendirme Raporu

 Erdoğan Toprak’tan Haftalık Değerlendirme Raporu

10.05.2022 - 10:29

Güncelleme : 10.05.2022 - 10:29
Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili ve Genel Başkan Koordinatör Başdanışmanı Erdoğan Toprak her hafta kamuoyu ile paylaştığı “Haftalık Değerlendirme Raporu”nu yayımladı.
ERDOĞAN TOPRAK, CHP İSTANBUL MİLLETVEKİLİ 8 MAYIS 2022 TARİHLİ HAFTALIK DEĞERLENDİRME RAPORU

Bugüne kadar sığınmacıları koz olarak kullanan İktidar, büyüyen tehlikeyi görünce söylem ve politika değişikliğine gitmek zorunda kaldı!

10 yılda milyarlar harcanan İstanbul Finans Merkezi, iktidarın hukuk ve ekonomi politikalarıyla sadece küresel kara para aklama merkezi olabilir!

EKONOMİ

Nisan ayı itibarıyla iç borcun anapara ve faiz toplamı 3,2 trilyona ulaştı.  Daha yüksek faizle borçlanmak zorunda kalan hazine, ana paradan 260 milyar TL daha fazla faiz ödeyecek!

Nisan ayında Tüketici Fiyat Endeksi, aylık yüzde 7,25 yıllık yüzde 70’e ulaştı. ‘Enflasyon Dünyada Artıyor’ bahanesine sığınan İktidar, Türkiye’yi dünyada iflas etmiş ekonomilerle aynı kategoriye düşürdü!

Türkiye’nin başta enflasyon olmak üzere her alanda dünya ekonomilerinden negatif ayrışmasının ana unsuru; iktidarın akıl-bilim dışı politikalarda ısrar etmesi ve yanlışları inatla sürdürmesidir!

Dış ticarette ağırlaşan negatif süreç geçen ay gerçekleşen 6,1 milyar dolarlık açıkla katlanarak devam etti. Ticaret Bakanı, ihracat artışını ‘büyük rekor’ diye duyururken, dış ticaret açığında ve ithalatta yaşanan rekorları gizliyor!

Nisan enflasyonuyla birlikte mayıs ayında kira artış oranı yüzde 34,46 düzeyine ulaştı. İşsizlik ve enflasyon artışı toplamından oluşan Sefalet Endeksi, 8 ayda yaklaşık üçe katlandı!

2002’de 2 milyon 588 bin olan kayıtlı çiftçi sayısı 500 binin altına, 26 milyon 579 bin hektar olan tarım alanları 23 milyon 136 bin hektara geriledi. İktidarın tarım ve hayvancılık politikaları çiftçiyi ve besiciyi üretimden uzaklaştırıyor!

DIŞ POLİTİKA

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Kaşıkçı Dava Dosyası’ başta olmak üzere verilen tavizlere rağmen davetsiz gittiği Suudi Arabistan ziyaretinden siyasi ve ekonomik açıdan umduğunu bulamadı!

AB Komisyonu’nun Avrupa’nın Rus petrolüne bağımlılığının sonlandırılması ve Rusya’ya petrol ambargosu uygulanması önerisi, AB içinde çatlak yarattı. Macaristan, petrol yasağına uymayacağını açıkladı!

1.Suriyeli ve diğer ülkelerden Türkiye’ye gelen sığınmacılar-mülteciler konusunda yaptığımız uyarıları kulak arkası eden ve tehlikeyi görmezden gelen iktidar, şimdi yıllardır bir sığınmacı politikası oluşturulmamasının sorumluluğunu başkalarına yükleme çabasına girişti. İvedi olarak TBMM çatısı altında sığınmacılar konusunda ulusal bir politika belirlenmesi için bir araya gelinmesi hayati hale gelmiştir!

Her zaman sorunun insani boyutunu gündeme getirdik ve sığınmacıların ülkelerine güvenli şekilde dönüşleri, güney sınırlarımızın terörden arındırılması ve güvenli hale getirilmesi için Şam yönetimi ile diyalog kurulmasını önerdik. Yaptığımız uyarılara, önerilere ve yaklaşan tehlikenin büyüdüğüne yönelik çağrılarımıza karşılık, bir ay öncesine kadar Suriyelileri göndermeyeceklerini ilan eden iktidar, 180 derece politika ve söylem değişikliğine yöneldi.

İktidar, İsrail başta olmak üzere bölge ülkeleriyle normalleşme politikasına yönelmesine karşılık en uzun kara sınırımızın bulunduğu Suriye yönetimi ile görüşmeye yanaşmadı. Kendi siyasi zihniyeti çerçevesinde cihatçılarla teması, Şam yönetimini devirmeyi, silahlı yapılanmalar oluşturmayı öncelik olarak gördü. Muhalefetin bu konudaki uyarılarını provokasyon, manipülasyon olarak nitelendiren iktidarın kendisi bile kamuoyuna şeffaf ve sağlıklı bilgiler vermek yerine iktidar sözcülerinin çelişkili açıklamalarına inanılmasını, itibar edilmesini, kimsenin bu konuda beyanda ve eleştiride bulunmamasını istemektedir.

Resmi kayıtlara bakıldığında İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı’nın 28 Nisan

2022 tarihli son güncel rakamlarına göre Geçici Koruma altındaki resmi kayıtlı

Suriyelilerin sayısı 3 milyon 762 bin 686 kişi olarak görünmektedir. İstanbul 542 bin 606 kişiyle en çok Suriyelinin yaşadığı kentimiz olmasına karşılık il nüfuslarına kıyasla Gaziantep, Şanlıurfa, Hatay, Adana, Mersin, Bursa, İzmir, Kilis ve Konya Suriyelilerin en yoğun oldukları illerimiz. Aynı kayıtlarda 829 bin 610 Suriyelinin ise kalan 71 ile dağıldığı görülüyor. Suriyeliler dışında, ülkemizde geçici koruma ya da sığınma başvurusunda bulunanlar arasında Afganistan, Irak ve İran vatandaşları ilk üç sırada. Kaçak ve yasadışı yollardan Türkiye’ye giriş yapan düzensiz göçmenler içinde yine Irak, Suriye ve Afganistan vatandaşları önce gelirken Pakistanlılar başta olmak üzere onlarca ülke vatandaşı da bu kesimde yer alıyor. Kayıtlara göre 28 Nisan itibarıyla yakalanan düzensiz göçmenlerin sayısı 65 bin 569. Yakalanmayan ve yasa dışı yollardan ülkemize gelenlerin sayısı bilinmiyor. İkamet izniyle illerimize yerleşen yabancıların sayısı da 28 Nisan itibarıyla 1 milyon 417 bin 997 kişi. İkamet izni alanlarda da ilk sırada Iraklılar bulunuyor. Bu kategoride Türkmenistan, Suriye, İran, Kazakistan, Özbekistan, Azerbaycan, Afganistan, Mısır ve Rusya vatandaşları ilk sıraları paylaşıyor.

Bu kadar çok sayıda ve böylesine farklı coğrafyalardaki ülke vatandaşlarının ülkemizde olması, yurt çapına yayılması, 81 ilde yerleşip ikamet eder konuma gelmesi sınır güvenliği konusundaki lakaytlığın somut kanıtıdır. Toplam sayıları resmi kayıtlarda bile 5 milyonu aşan, kayıt dışı olanlarla birlikte vahim boyuta ulaşan bu tablonun sorumlusu 2011’den bu yana tüm bu süreçlere göz yumarak umursamayan iktidardır.

AB ile 3 milyar Euro için sınır bekçiliği anlaşmalarına imza atan, Avrupa ülkelerinin güvenliğinin ve Avrupalıların güven içinde yaşamasının Türkiye’nin milyonlarca sığınmacıyı kendi sınırları içinde tutması sayesinde olduğunu övünç malzemesi yapan CB Erdoğan, daha bir ay öncesine kadar Suriyelileri göndermeyeceklerini ilan ederken, bir anda 1 milyon Suriyeliyi geri göndermekten söz etmeye başladı. İdlib’te Suriyeliler için yapılan briket evler için tören düzenleyen ve ev sayısını 100 bine çıkartmayı vaat eden CB Erdoğan şimdi de TSK kontrolündeki, El Bab, Afrin, Azez, Cerablus vb. Suriye şehirlerinde geri dönecekler için evler, hastaneler, santrallar, okullar yapmayı vaat ediyor.

Salgın süresince vatandaşa borç ve kredi tavsiyesinden başka destekte bulunmayan, şimdi de üç haneye ilerleyen enflasyona rağmen yurttaşlarımız için elini bile oynatmaksızın, emeklinin bayram ikramiyesini bile para yok diye artırmayanlar milyarlarca lirayı, milyarlarca doları 1 milyon Suriyeliyi geri göndermeye ikna etmek için harcamaya hazırlanıyor. İçişleri Bakanı ekranlarda milletin gözünün içine bakarak, Suriyelilerin ucuza ve güvencesiz çalıştırıldığını, geri gönderilirlerse buna en çok iş insanlarının üzüleceğini söylemekte sakınca görmeksizin iktidarın sığınmacıları istismar eden ekonomi politikalarını ve buna göz yumulduğunu itiraf ediyor.

Muhalefetin Suriyeliler ve sığınmacılarla ilgili uyarılarını bozgunculuk, ırkçılık olarak nitelendirip suçlamalara kalkışan iktidar, kendisini ensar ilan ederken iki yıl önce AB’den para kopartmak için sığınmacıları koz olarak kullanıp, sınır kapılarına yığdığını hepimiz hatırlıyoruz.

Şimdi gelinen noktada sınırlarımızın ötesinde değil içeride büyüyen bir sorun haline gelen Suriyeli ve diğer sığınmacılar konusu kangrene dönüşmeden, iç barış ve huzurumuzu tehdit eder hale gelmeden iktidar ve muhalefetiyle, ortak akılla, TBMM çatısı altında ulusal bir sığınmacı politikası belirlenmesi elzem ve hayati hale gelmiştir. Ayrıca yakıcı hale gelerek, ciddi bir ulusal güvenlik ve ülkenin geleceği için tehdide dönüşen bu soruna ilişkin olarak ulusal göç ve sığınmacı politikası oluşturmak, çözüm yollarını ortak akılla hayata geçirmek üzere TBMM’yi göreve çağırıyorum.

2.Haziran’da faaliyete geçeceği açıklanan İstanbul Finans Merkezi (İFM), bu iktidar yönetiminde ancak Küresel Kara Para Aklama Merkezi olabilir. AB ve Avrupa Konseyi’nden kopan, küresel finans piyasalarının öncelikli kriteri olan hukuk devleti ve yargı bağımsızlığından uzaklaşan İFM’nin uluslararası kabul ve itibar görmesi güç görünüyor. 250 milyar dolar gelir sağlayacağı iddia edilen İFM’yi, iktidarın Cumhuriyetle hesaplaşma ve Başkent’in içini boşaltma amaçlı gizli bir siyasi projesi olarak görmek, gerçekçi bir tespit olacaktır!

Cumhurbaşkanı (CB) Erdoğan Başkanlığındaki AK Parti hükümetlerinin ilk olarak 2007 yılında gündeme getirdiği ve ardından iktidar müteahhitlerine milyarlarca lira ödeyerek inşaatları yürüttüğü İstanbul Finans Merkezi’nin (İFM) defalarca ertelenen açılışı haziran ayında yapılacak. CB Erdoğan’ın başında olduğu Türkiye Varlık Fonu (TVF), inşaatları yürüten müteahhitlerin ağırlaşan ekonomik şartlar nedeniyle inşaatı tamamlayamayacaklarını bildirmeleri üzerine geçen yıl eylül ayında Çin’den borçlanarak sağladığı 1 milyar Euro ile 1,6 milyar TL peşin ödeyerek, projede yer alan üç inşaat şirketinin paylarını satın aldı. Merkez Bankası’nın (MB) Avrupa’nın en yüksek binası olarak tasarlanan binasının inşaatı da ihalesiz ve bedeli açıklanmaksızın davet usulüyle bir başka iktidar müteahhidine verildi. Geçen yıl ekim ayında yapılan açıklamada, projenin 10 yıl içinde dünyanın en önemli 10 küresel finans merkezinden biri olacağı ve 250 milyar dolarlık gelir yaratmasının hedeflendiği kaydedildi. En başta Merkez Bankası olmak üzere Cumhuriyetle yaşıt pek çok kamu kurumunun, kamu bankalarının Ataşehir’de inşa edilen İFM’ye taşınmasıyla, Ankara’dan İstanbul’a aileleriyle birlikte yaklaşık 100 bin kişilik ilave bir nüfusun göçü gerçekleşecek. Ayrıca kentin ağır ve zorlu trafik koşulları bu mecburi nüfus ilavesiyle daha da ağırlaşacak. İstanbul’a bindirilecek kentsel yükün ötesinde bu kurumlarda çalışan on binlerce personelin çalışma ve aile düzenlerinin altüst edilmesine, yaşam koşullarının zorlaştırılmasına yol açacak ‘devleti taşıma’ planı, ülke genelinde halen olağanüstü düzeye çıkan kira ve konut fiyatlarını on binlerce ailenin taşınmasıyla İstanbul için çok daha yukarılara çekecek. İstanbul’un güncel gündeminde ilk sıralarda yer alan deprem riski göz ardı edilerek İFM projesiyle onlarca yeni gökdelen inşa ettirilerek iktidar müteahhitlerine servet ve rant aktarıldı. İFM projesinin kapsamıyla ilgili yapılan açıklamaya göre, burada Merkez Bankası, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), Borsa İstanbul (BİST), Ziraat Bankası, Halkbank, Vakıfbank, Türkiye Sigorta, Emlak GYO ve İŞ GYO ofisleri bulunacak. Ayrıca inşa ettirilen gökdelenlerde 1,4 milyon metrekare ofis alanları, 100 bin metrekare alışveriş merkezi, 30 bin metrekarelik 5 yıldızlı otel, 2100 kişilik konferans merkezi ve 26 bin araç kapasiteli otopark ile günde 75 bin çalışan ve ziyaretçinin faal olacağı bir yaşam alanı hayata geçirilecek.

İktidar İFM’yi ilk gündeme getirdiğinde İstanbul’u, Londra, New York gibi bir küresel finans merkezi haline getirme, dünyanın önde gelen bankalarını, finans kurumlarını, körfez sermayesini buraya çekme iddiasını ortaya koydu. Ancak inşaatların sürdüğü on yılın sonunda bugün, iktidarın Türkiye ekonomisini getirdiği nokta, tıpkı 2023 hedeflerinin fiyaskoya dönüşmesi, 2053 ve 2071 hedeflerinin pazarlanmaya başlanması gibi geçerliliğini yitirdi.

Giderek ağırlaşan bir ekonomik-finansal krizle MB rezervlerinin tüketildiği, dövize ve kambiyo serbestisine her gün yeni bir kısıtlamanın getirildiği, ihracatçının, turizmcinin dövizine el konulan, G20’den düşmüş, milli geliri 2008’in altına gerilemiş, enflasyonda, işsizlikte, yoksullukta AB-OECD birinciliğine yükselmiş bir Türkiye ekonomisi söz konusu.

O dönemde AB’ye tam üyelik müzakereleri yürüten, muhalefetin de desteğiyle

AB’ye uyum yasaları çıkartan Türkiye, 2011’de kadın haklarının ileriye taşınması için İstanbul Sözleşmesi imza törenine ev sahipliği yapıyor, Birleşmiş Milletler üyelerini, dünya liderlerini İstanbul’da konuk ediyordu. AB ile vize serbestisi, gümrük birliği anlaşmasının revizyonu müzakerelerine başlamaya hazırlanıyordu.

Bugün ise dünyada basın özgürlüğünden, ekonomik özgürlüklere, hukuk devleti ve yargı bağımsızlığından insan hakları başta olmak üzere her alanda dünya sıralamasının altlarına inmiş, saygınlığını yitirmiş pek çok alanda dışlanmış ve özgürlüklerin kısıtlandığı, Kadınların sokakta özgürce yürüyemediği, İstanbul Sözleşmesini feshetmiş, kadın cinayetlerinde ilk sıralara yükselmiş bir Türkiye tablosu ortada. AB’den dışlandığı, müzakereler askıya alındığı gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını uygulamadığı için Avrupa Konseyi’nden de ihraç edilme aşamasında olan bir Türkiye mevcut. Siyasi sistem değişikliğiyle demokrasiden, hukuk devletinden, yargı bağımsızlığından hızla uzaklaşarak her alanda gerileyen, otokrat bir yönetim altındaki Türkiye ve resmi rakamlarla 1,3 milyon sığınmacının, mültecinin yaşadığı bir İstanbul söz konusu.

İktidarın başlangıçta emsal aldığı ve on yılda 250 milyar dolarlık gelir hedefi iddiasını ortaya koyduğu, New York ve Londra gibi küresel ve saygın bir finans merkezi olabilmenin ön koşulu, öncelikli kriteri demokrasi. Özellikle de uluslararası yatırımcılar ve finansal kurumlar için şeffaf-öngörülebilir yargı ve evrensel kriterlere uyumlu hukuk sistemi. Oysa iktidar, tüm dünyayı dehşete düşüren, ülke topraklarında işlenmiş bir cinayet vahşetinde bile parasal beklentiler uğruna yargı egemenliğinden ve bağımsızlığından vazgeçerek, siyasi bir kararla davayı kapattı. Dosyayı olayın faillerine devretti, Interpol’ün kırmızı bültenle yakalama kararlarından vazgeçti.

Saygın küresel finans merkezlerinin en temel özelliği hukukun bağımsız olması yanında, uluslararası finansal hukukun koşullarına tam uyumun olması, tahkim mekanizmasının bağımsız şekilde işlemesi. Oysa Kamu-Özel İş Birliği projelerini üstlenen iktidar müteahhitleriyle, bu projeleri finanse eden bankalarla yapılan, TBMM’den bile gizlenen sözleşmelerde iktidar bile Türk yargısı yerine Londra mahkemelerini yetkili kılarken, İFM’de hukukun bağımsız işleyeceğine küresel finans ve sermayeyi nasıl ikna edebilir?

Haziranda açılacak İFM, milyarlarca liraya mal edilerek ülke kaynaklarının toprağa gömüldüğü, İstanbul’da yaşamı daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak beton yığınıdır. Özellikle günümüzde dijital bankacılığın ön planda olduğu, dünyada ve ülkemizde hemen her işlemin online, internet ve cep telefonlarıyla zamandan ve mekândan bağımsız şekilde yapıldığı bir ortamda genel müdürlükleri, genel merkezleri taşımanın, on binlerce insanı göçe zorlamanın anlamsızlığı apaçık ortadadır.

Bu kurumlar Ankara’da olduğu için bugüne kadar hangi işleri aksadı. Artık kimse doğru düzgün banka şubesine bile gitmezken genel müdürlükleri, başkanlıkları başkentten İstanbul’a taşımak milyarlarca liralık kamu kaynağının israfından öte bir şey değildir.

✓ MB İstanbul’a taşındığında bağımsız mı olacak? Faiz kararını siyasetten talimat almadan mı verecek? Kamu bankaları, BDDK, SPK bağımsız-özerk kurum ya da kurula mı dönüşecek?

Daha önce Hazine ve Maliye Bakanlığı bünyesinde Borçlanma Genel Müdürlüğü’nün kurulmasını ve İstanbul’da faaliyet göstermesini öngören CB kararını yürürlüğe koyan iktidarın Cumhuriyetin Başkenti Ankara’nın içini boşaltma, Cumhuriyetle hesaplaşma planları içinde olduğu apaçık. İFM kılıfına sarılan devleti kısmen İstanbul’a taşıma projesi de bunun bir parçası ve tamamıyla siyasi amaçla atılan bir adımdır.

İstanbul Finans Merkezi (İFM), bu iktidarın şeffaflıktan, hesap verilebilirlikten, yargısal denetimden uzak ekonomi politikaları, devletin kurumsal yapısını, anayasayı ve yasaları yok sayan, tahrip eden uygulamalarıyla uluslararası itibar edinemeyecektir. Bunun yerine uyuşturucu baronlarının, uluslararası mafyanın, kayıt dışı servetlerini istifleyen oligarkların, Rusya’ya yönelik yaptırımlar sonrası aynı şeyin kendi başlarına gelebileceği endişesine kapılarak Avrupa ve ABD’deki yatırımlarını, varlıklarını çekmeye hazırlanan Ortadoğu ülkelerinin, prensleri, şeyhleri ve emirlerinin Küresel Kara Para Aklama Merkezi olacaktır!

3.Nisan ayı itibarıyla iç borcun anapara ve faiz toplamı 3,2 trilyona ulaştı.  Daha yüksek faizle borçlanmak zorunda kalan hazinenin ödeyeceği faiz tutarı, ana para tutarının 260 milyar lira üzerine çıktı. Bu vahim tablo ne Cumhuriyet tarihi boyunca ne de AK Parti öncesi hiçbir hükümet döneminde, en ağır krizlerde bile görülmedi. Bu rakamlarla CB Erdoğan’ın savunduğu faiz teziyle, devletin faizciler tarafından soyulmasına destek sağlandığı açığa çıktı!

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın Nisan 2022 itibarıyla iç ve dış borç stoku rakamları, CB Erdoğan ve AK Parti iktidarının, sözde faiz indirimi teziyle, devlet hazinesini bugüne kadar hiçbir hükümet döneminde görülmemiş bir borç-faiz sarmalına düşürdüklerini, uyguladıkları politikayla bir avuç faizcinin devleti soymasına zemin sağladıklarını gösterdi.

Bu yılın nisan ayı itibarıyla iç borç anapara ödemesi 1 trilyon 483 milyar TL’ye ulaşırken, faiz ödemesi ise bunun 260 milyar TL üzerine çıkarak 1 trilyon 743 milyar TL oldu. Geçtiğimiz yılın sonunda merkezi yönetim iç borç stokunda anapara ödemeleri 1 trilyon 316 milyar TL, faiz ödemeleri ise 794,7 milyar TL tutarındaydı. Eylül ayından itibaren başlatılan Merkez Bankası politika faizi indirimleriyle tüm faizlerin düşeceğini, enflasyonun da ineceğini iddia eden CB Erdoğan’ın bu tezinin yanlışlığı gerek enflasyondaki gerekse faizlerdeki yükselişlerle pek çok kez ortaya çıkarken, en somut kanıtı ise Hazine ve Maliye Bakanlığı rakamları ortaya çıkarttı.

Eylülde başlatılan indirimlerle yılsonunda yüzde 14’e düşürülen politika faizi ocak ayından bu yana sabit tutulmasına karşılık hazinenin haftalık borçlanma ihalelerinde faiz yüzde 15-17’den yüzde 22-23’e, dolar bazında döviz borçlanma faizi ise son borçlanma ihalesinde yüzde 8,6’ya çıktı.

Geçen yılın aralık sonunda 1,3 trilyon olan iç borç ana para tutarı nisan ayında dört ayın sonunda yüzde 13 artışla 1 trilyon 483 milyara çıkarken faiz ödemeleri tutarı ise dört ayda 795 milyardan yüzde 119 artışla 1 trilyon 743 milyar liraya yükseldi.

(3 trilyon 226 milyar TL)

✓ TBMM’de kabul edilen 2022 yılı merkezi yönetim bütçesinin 1 trilyon 750 milyar 957 milyon TL olduğu anımsandığında, iktidarın ekonomi politikalarının hazineye bindirdiği toplam faiz yükü bu yılın bütçesi kadar!

Faiz ödemeleri toplamının milli gelire (GSYH) oranı geçen yılın sonunda yüzde 19 iken, dört ayda yüzde 31’e yükseldi. Anapara ve faiz tutarıyla birlikte toplam borcun milli gelire oranı geçen yıl sonundaki yüzde 57 düzeyinden bu yılın nisan sonunda yüzde 70’e çıktı.

Bir anlamda Türkiye, milli gelirinin yüzde 70’i kadar borç-faiz yükü altında ve geleceği ipotek edilmiş. Ülkenin ve toplumun refahı, ekonominin büyümesi için harcanabilecek tutar milli gelirin yüzde 30’u düzeyinde!

Türkiye’nin siyasi ve ekonomik bağımsızlığını, 85 milyonun geleceğini tehdit eden bu sürdürülemez tablonun sorumlusu 20 yıldır ülkeyi yöneten AK Parti iktidarı ve başındaki Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Bu yüzden Türkiye’nin saygınlığı, güvenilirliği ağır hasara uğratılırken, Katar’dan BAE’ye, Suudi Arabistan’dan İsrail’e ve daha birçok ülkeye her türlü siyasi-diplomatik tavizi vererek,          ülkemizin        onurunu       zedeleyerek    hakaret           mektuplarının, topraklarımızda işlenen vahşi cinayetlerin hesabını sormaksızın sineye çekmek zorunda kalıyorlar!

4.Nisan ayında Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE), aylık yüzde 7,25 yıllık yüzde 70’e ulaştı. Enflasyon için önce ocak sonra mart ve son olarak da mayıstan itibaren düşüş vaat ederek herkesi oyalayan iktidar, Türkiye’yi dünyada iflas etmiş ekonomilerle aynı kategoriye düşürdü. ‘Enflasyon dünyada artıyor’ bahanesine sığınan iktidar, o ülkelerdeki yıllık enflasyonun Türkiye’deki aylık artışın altında olduğunu görmüyor!

Nisan ayında yıllık yüzde 70’e dayanan TÜFE ve yüzde 121’i aşan Yİ-ÜFE geçmişte ağır krizlerin, yoklukların, kuyruklar ve karaborsanın yaşandığı 80’li, 90’lı yılları aratır hale geldi. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) resmi rakamlarına karşılık bağımsız        akademisyenlerin       oluşturduğu    Enflasyon        Araştırma       Grubu’nun

(ENAGrup) enflasyon hesabı ise yıllık yüzde 156’yı aştı.

Resmi rakamlara göre, nisan ayında tüketici fiyatları bir önceki aya göre yüzde 7,25, ocak ayından bu yana dört ayda yüzde 31,71 ve yıllık bazda ise yüzde 69,97 artış kaydetti. Üretici fiyatlarında ise aylık yüzde 7,67, yıllık yüzde 121,82 oranında artış gerçekleşti. Yıllık yüzde 70’e dayanan enflasyondaki bu seviyeler 2002 yılından bu yana AK Parti’nin iktidarda olduğu 20 yılın en yüksek yıllık enflasyonu.

Merkez Bankası, enflasyon verilerinin belli olması ardından yaptığı Enflasyon Değerlendirme açıklamasında, enerji ve gıda fiyatlarındaki yükselişin enflasyondaki ana etken olduğunu, küresel emtia fiyat artışları ve Ukrayna-Rusya savaşının tetiklediği ekonomik olumsuzlukların da bu yükselişi beslediğini savundu.

Nisan ayında enflasyon sepetindeki 409 maddeden sadece 27’sinin ortalama fiyatında düşüş gerçekleşirken, 45 maddenin ortalama fiyatında değişim olmadı. 337 maddenin ortalama fiyatı ise yüksek oranlarda arttı. Nisan ayında artışın yüksek olduğu ana gruplar, yüzde 13,38 ile gıda ve alkolsüz içecekler, yüzde 7,43 ile konut, yüzde 6,96 ile giyim ve ayakkabı oldu.

Yıllık enflasyon ve fiyat artışları ise gıda ve alkolsüz içeceklerde yüzde 89,10 olurken, ulaştırmada yüzde 105,86’ya, konut harcamalarında yüzde 64,10 düzeyine ulaştı. Yılbaşından bu yana ocak ve mart aylarında iki kez yüksek oranda zamlanan alkollü içkiler ve tütün mamullerine mayıs ayında yeni zam daha geldi. Bunun yanında çiğ süt fiyatına ve akaryakıta da ayın ilk haftasında peş peşe zamlar yapıldı.

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, enflasyonun küresel sorun olduğunu, ABD, Almanya gibi ülkelerde de son 40-45 yılın en yüksek enflasyon oranlarının yaşandığını savunuyor.

Oysa bu ülkelerde rekor kırdığı öne sürülen yıllık enflasyon yüzde 7-8 arasında ve pek çok ülkedeki yıllık artış Türkiye’deki aylık enflasyonun altında.

Yıllardır ABD ambargolarıyla hiperenflasyon altındaki Venezuela’da bile nisanda aylık artış yüzde 1,4 oldu! Türkiye’nin piyasa gerçekleriyle örtüşmeyen yüzde 69,97 oranındaki resmi enflasyonu AB ülkeleri, G20 ülkeleri ve OECD ülkeleri arasında birinci. Dünyadaki 189 ülke arasında altıncı. Yıllık enflasyonu Türkiye’nin üzerinde olan diğer 5 ülke Venezuela, Sudan, Lübnan, Suriye ve Zimbabve! Lübnan kısa süre önce Merkez Bankası’nın iflasını ve moratoryum ilan etti. Sudan, Suriye, Zimbabve gibi ülkeler iç savaş ortamında. Ya da darbe-dikta yönetimleriyle siyasal-ekonomik istikrarsızlık içinde. Bakan Nebati Türkiye’deki artışlarda kurun etkisini de sonunda itiraf etmeye mecbur kaldı. Ancak Kur Korumalı Mevduat ve diğer finansal araçlarla kurların istikrara kavuşturulduğunu iddia etti.

Nisan ayında Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE), aylık 7,67, yıllık 121,82’ye yükseldi. Bu oran 1995 yılından bu yana geride kalan 27 yılın zirvesi.

Tüketici-Üretici Enflasyonu arasındaki makas, 51,85 puana ulaştı. Üretici enflasyonunda en yüksek yıllık artış yüzde 249,55 ile rafine petrol ürünleri, yüzde 247,50 ile elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme, yüzde 243,52 oranıyla ham petrol ve doğal gaz grubunda yaşandı. Bu oranlar enerji üretimindeki maliyet enflasyonunun henüz çok küçük bir bölümünün fiyatlara yansıdığını yüzde 70 TÜFE’ye karşılık bunun üç katını aşan maliyet enflasyonunun söz konusu olduğunu ve fiyatlara tam yansıtılamadığını gösteriyor.

Yapılan zamların yansımasıyla 3 Haziran’da açıklanacak mayıs enflasyonunun da oldukça yüksek çıkacağını gıda, ulaştırma, akaryakıt zamlarıyla enflasyonun beslenmeye devam edeceğini öngörebilirim. Mayıs enflasyonunun yüzde 70’i aşması kaçınılmaz olacaktır.

5.İktidarın bilgisiz, beceriksiz ekonomi politikaları Türkiye’yi, dünyada ekonomileri iflas etmiş ülkelerle aynı konuma getirdi. Türkiye’nin başta enflasyon olmak üzere her alanda dünya ekonomilerinden negatif ayrışmasının ana unsuru; iktidarın akıl-bilim dışı politikalarda ısrar etmesi ve yanlışları inatla sürdürmesidir!

İktidar ekonomik cehaletle eylülden bu yana geçen 8 ayda aşağıda sıraladığım ve enflasyonu zirveye çıkartan dört temel yanlışı ısrarla sürdürerek ülke ekonomisini iflasın eşiğine getirdi:

Merkez Bankası itibarsızlaştırılarak siyasi talimatlarla yönetilipyönlendirilen, öngörülerine inanılmayan, güvenilmeyen bir kurum haline getirildi.

Faiz indirimi inadıyla enflasyon-politika faizi makası 56 puana ulaşmasına rağmen aşırı negatif faizde ısrar edilerek TL değersizleştirildi.

Parasal genişleme kontrolden çıktı.

Aşırı negatif faiz politikasının sonucunda kur artışları, kur krizleri tetiklendi.

Kur kaynaklı maliyet artışlarıyla enflasyonun kontrolsüz yükselişine zemin hazırlandı.

Bunun sonucunda bir yandan kurları kontrole almak için rezervler satılarak tüketildi.

Diğer yandan KKM, YUVAM vb. kur farkı-faiz ödemeli garantilerle Hazine ve Merkez Bankası üzerine on milyarlarca TL ilave yükler bindirildi.

Hâlâ sürdürülen bu yanlışlarla finansal sistemin istikrarı, öngörülebilirliği tahrip edilirken, ekonomi yönetimi yaptığı yanlışları başka yanlışlarla düzeltmeye girişti. Patlayan yeni ekonomi modeli balonuna her gün yeni bir icatla yama yapılmaya çalışılıyor.

Parasal genişleme kontrolden çıkınca şimdi ticari kredilere yüzde 10 munzam karşılık getirilip, kredi talebi caydırılmaya çalışılıyor. Kur Korumalı Mevduata (KKM) ilave olarak şimdi Enflasyon Korumalı Mevduat (EKM) ve Menkul Kıymet İhracı planlanıyor.

Yanlışlar yanlışları izledikçe enflasyonun düşürülmesi, kontrolü, fiyat ve ekonomik istikrarın sağlanması olanaksızlaşıyor. Nisan rakamları iktidarın her alanda ekonominin iplerini elinden kaçırdığını, seyirci konumuna geldiğini apaçık ortaya koyuyor!

6.Dış ticarette giderek ağırlaşan negatif süreç geçen ay gerçekleşen 6,1 milyar dolarlık açıkla katlanarak devam etti. Dış ticaret açığı aylık yüzde 98, ocak-nisan döneminde yüzde 130 oranında artarak 32,5 milyar dolara tırmandı. Ticaret Bakanı algıya oynayarak sadece ihracat artışını ‘büyük rekor’ diye duyururken, dış ticaret açığında ve ithalat artışında yaşanan rekorları gizliyor!

Yeni ekonomi modelinin temel ayaklarından birisini oluşturan dış ticaret ve ihracat artışında alarm zilleri dört aydan bu yana şiddetlenerek çalmaya devam ediyor. Dış ticaret açığındaki negatif tablo ocak ayından bu yana kesintisiz şekilde sürerken, ihracatın ithalatı karşılama oranı gerilemeye devam ediyor.

Ticaret Bakanı Mehmet Muş her ay olduğu gibi nisan verilerini açıklarken yine sadece aylık ihracat artışını öne çıkartmayı tercih etti. İthalatta ve dış ticarette katlanan artıştan, büyüyen açıklardan söz etmeksizin gerçek durumu ve programın çöktüğünü gizlemeye çalıştı.

Rakamlara bakıldığında nisan ayında ihracat geçen yılın aynı ayına göre yüzde 24,6 artışla 23,4 milyar dolar olurken, ithalat yüzde 35 oranında artarak 29,5 milyar dolar tutarında gerçekleşti. Aylık dış ticaret açığı geçen yılın nisan ayına kıyasla yüzde 98,1 oranında artarak 6,1 milyar dolar oldu. Nisan ayında enerji ithalatı faturası 7,7 milyar dolar ile yine ilk sırada yer aldı.

Ocak-Nisan döneminde dört aylık ihracat geçen yıla göre yüzde 21,7 oranında artarak 83 milyar 565 milyon dolara ulaşırken aynı dönemde ithalat ise yüzde 40,1 arttı ve 116 milyar 73 milyon dolara yükseldi. Dört aylık dış ticaret açığı toplamı geçen yıla göre yüzde 130 artışla 32 milyar 508 milyon dolara tırmandı.

İhracatın ithalatı karşılama oranı da bu gelişmeyle 6,6 puan azalarak yüzde 85,9’dan yüzde 79,3’e indi.

Dış ticaretteki gerçek tablo böyle iken Bakan Muş’un ithalat ve dış ticaret açığındaki negatif büyümeden hiç söz etmemesi, Hazine ve Maliye Bakanının da enflasyondaki yükselişi yorumlarken, asıl ihracattaki artışı öne çıkartarak buradan ekonomik başarı öyküsü yazmaya çabalaması iktidarın çaresizliğini, başarısızlığını gizleme gayretlerini açığa çıkartıyor.

Nisan ayında dört aylık dış ticaret açığının 32,5 milyar dolara ulaşması, cari açığın hangi noktaya doğru gittiğinin işareti. İlk iki ayda 18 milyar doların üzerine çıkan cari açık, dört aylık dış ticaret tablosunun sonunda büyük ihtimalle 40 milyar dolara doğru yükselişini sürdürecek. Sadece bu iki gelişme bile iktidarın ekonomi modelinin cari fazla hedefinin hayale dönüştüğünü, dört ayda modelin çöktüğünü kanıtlıyor.

ABD Merkez Bankası’nın (FED) önceki ay politika faizini yüzde 0,25 artırdıktan sonra bu ay yüzde 0,50 puanlık bir artışa daha gitmesi, önümüzdeki üç ayda faiz artışlarına devam edileceğini, hazirandan itibaren ilk aşamada 570 milyar dolardan başlamak üzere ‘parasal sıkılaştırmaya’ geçileceğini duyurması gerek küresel gerekse yurtiçi piyasalarda doların yönünü yukarı çevirdi.

Aylardır müdahaleler ve rezerv satışlarıyla 14,50 TL’de tutulmaya çalışılan dolar/TL kuru 15 liraya ulaştı. Dolar kurunun yanı sıra Euro’nun da artışa geçmesi, Türkiye’nin gerek dış ticaret gerekse cari açık tablosundaki baskıyı büyüterek, iktidarın ekonomik modelinin çöküşünü hızlandıracak. Kurları ve faizi tutabilmek için ‘şapkadan çıkartılarak’ uygulamaya konulan günü birlik ekonomik icatlarla mevcut durumu sürdürmek iyice zorlaşacak!

7.Açıklanan nisan enflasyonuyla birlikte mayıs ayında kira artış oranı resmi olarak yüzde 34,46 düzeyine ulaştı. İşsizlik ve enflasyon artışı toplamından oluşan Sefalet Endeksi (SEN) uygulanan ekonomi politikalarıyla 8 ayda yaklaşık üçe katlandı. Buna karşı CB Erdoğan’ın ‘sabır ve şükür’ dışında bir çözümünün olmadığı görülüyor. Enflasyonu düşürme iddiasıyla eylül ayında faiz indirimleri başlatıldığında 31,88 puan olan SEM, 80,67 puana yükseldi!

Ev sahibi-kiracı davalarında patlama yaşanıyor. Mayıs ayında resmi kira artışı yüzde 34,46! Bunun anlamı mayısta süresi dolan örneğin bin liralık bir kira kontratının 1350 TL’ye çıkmasıdır. Yılbaşında on milyonlarca memurun, SGK emeklisinin aylıklarında yapılan artış yüzde 30 idi. Oysa TÜİK rakamlarıyla ocak-nisan dönemi dört aylık enflasyon artışı toplamı yüzde 31,71! Ücretliler ve emekliler an itibarıyla dört ayda enflasyona yenik düşürüldükleri gibi eksideler.

✓ Daha önce de vurguladığım gibi gıda fiyatlarında yıllık yüzde 80’i aşan enflasyon artışıyla açlık ve gıda krizi gündemin öncelikli başlığı haline gelirken, bir de hızla acil çözüm bekleyen barınma krizi söz konusu.

İktidar İdlib’te Suriyeliler için 100 bin adet briket ev projesi için konut teslim törenleri düzenlerken, Türk vatandaşlarının konut, kira, barınma sorunlarını duymazlıktan-görmezlikten gelerek tam bir duyarsızlık sergiliyor.

İzlenen ekonomi politikalarının hızlandırdığı toplumsal çöküş ve sefalet artışı hayatın her alanında kendisini gösteriyor. Enflasyon ve işsizlik oranı toplamından oluşan Sefalet Endeksi’nin (SEN) üçe katlanması bunun en somut göstergesi. Geçen yılın nisan ayında yüzde 17,14 olan enflasyon ve yüzde 13,4 oranındaki işsizlik ile toplamı 30,54 puan olan SEN, iktidarın ‘nas’ iddiası ve ‘faiz sebep, enflasyon sonuç’ teziyle eylül ayında başlattığı faiz indirimleri sonrasında tırmanışa geçti.

Eylül ayında yüzde 11,3 işsizlik ve yüzde 19,58 oranıyla 31,88 puan olan SEN, uygulamaya konulan yeni ekonomik model safsatasının ardından sekiz ayda yüzde 69,97’ye fırlayan enflasyon ve yüzde 10,7 olarak açıklanan resmi işsizlik oranıyla 80,67 puana tırmandı.

Hiçbir bilimsel temeli olmayan iktidar politikalarıyla her geçen gün toplumsal sefalet artmakta, ülkemiz fakirleşmektedir. İktidar ve ekonomi yönetimi, bu gerçekleri görmezden gelerek yalan ve sanal ekonomik başarı öyküleriyle üçe katlanan sefaleti gizlemek istiyor!

8.Kayıtlı çiftçi sayısı yüzde 13 oranında gerileyerek 500 binin altına indi. AK Parti iktidara geldiğinde bu sayı 2 milyon 588 bin idi. Tarım alanları ise 2002’de 26 milyon 579 bin hektar iken 2020 sonu itibarıyla 23 milyon 136 bin hektara geriledi. Resmi kayıtlarda nadas olarak görünen yani ekilmeyen tarımsal alanlar 3 milyon 173 bin hektar. İktidarın tarım ve hayvancılık politikaları çiftçiyi ve besiciyi üretimden uzaklaştırıyor!

Ülke tarım ve hayvancılığındaki tablo hızla kötüleşiyor ve bu alandaki kriz derinleşiyor. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’ne bağlı oda başkanları seslerini iktidara duyurmaya çalışırken, tarım ve hayvancılıkta üretimi sürdürmenin adeta kumar oynamaya benzediğini, iktidarın sürekli değişen politikaları, destekleme primlerinin yetersizliği, bütçeden tarıma ayrılan kaynakların enflasyon ve artan maliyetlerle hızla erimesi sonucunda ayakta kalmalarının imkânsız hale geldiğini ilan ediyorlar.

Ülke tarım ve hayvancılığındaki üretimden kopuş süreci Tarım ve Orman Bakanlığı Bitkisel Üretim Genel Müdürlüğü verilerine de net şekilde yansıyor.

AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılsonunda ekili tarım alanları 26 milyon 579 bin hektar iken, 2020 sonunda 23 milyon 136 bin hektara gerilemiş. Bakanlık istatistiklerinde nadas olarak görülen, yani ekilmeyen boş bırakılan tarım alanları ise 3 milyon 173 bin hektara ulaşmış.

Diğer yandan sosyal güvenlik kapsamında kayıtlı çiftçi sayısı da AK Parti iktidarları boyunca kesintisiz şekilde gerilemiş. 2002 yılında başlatılan Çiftçi Kayıt Sistemi’ne kayıtlı çiftçi sayısı o dönemde 2 milyon 588 bin iken, bu yılın ocak ayı itibarıyla bir önceki yıla göre yüzde 13 daha gerileyerek 493 bine inmiş. İlk kez kayıtlı çiftçi sayısının 500 binin altına inmesi, 20 yıllık AK Parti iktidarları boyunca uygulanan tarım ve hayvancılık politikalarıyla neredeyse 2 milyon çiftçinin üretimden, sistemden uzaklaşması, kopması anlamına geliyor. Bu vahim ve sürdürülemez tablo daha önce de ısrarla gündeme getirdiğim gibi acil bir tarım-hayvancılık eylem planı, destek programı, kırsal yaşamı teşvik ve destek paketleri yürürlüğe konulmadığı takdirde üretimsizlik, açlık, kıtlık sorunuyla karşılaşacağımızı gösteriyor.

Yüzde 70’e varan enflasyona rağmen tarımsal ve hayvansal üretimdeki hemen hemen her üretim girdisinin maliyetinde yüzde 200-300’e varan artışlar söz konusu. Resmi enflasyonun yüzde 70 düzeyinde olmasına karşılık gıda enflasyonunun yapılan KDV indirimlerine rağmen yüzde 90’a yaklaşmasının ardında bu gerçekler yatıyor.

Son olarak Et ve Süt Kurumu ile Ulusal Süt Konseyi geçen hafta aldığı kararla çiğ sütün litresine 15 Mayıs’tan geçerli olmak üzere yüzde 30 zam yaparak, 5,75 TL’den 7,5 TL’ye yükseltirken, süt üreticisine verilen destekleme primi ise 1 liradan 20 kuruşa düşürüldü. Bu hangi akıl ve mantıkla alınan bir karar? Et ve süt üreticisi bu şartlarda niye besicilik yapsın? Süt üretiminin gerilemesi, süt veren hayvanların bu fiyat ve destekleme politikalarından ötürü hızla kesilmesinden kaynaklanıyor. Ancak iktidar tüm bunları görmezden gelerek çiftçiyle, besiciyle alay edercesine bütçeye koyduğu komik tutardaki destekleme ödeneğiyle adeta ‘üretme’ diyor!

İktidarın politikalarıyla dört ayda devletin ana para borcu yüzde 13 artarken faiz ödemelerinin yüzde 119 artması, hiçbir yeni borçlanma yapılmasa bile devlet hazinesinin 1,7 trilyonu aşan bir faiz yükü altına sokulduğunu, bu yükün katlanarak artacağını, bütçede tarıma, hayvancılığa daha fazla kaynak ayrılmasının söz konusu olamayacağını gösteriyor. 2022 bütçesinde tarım desteklemelerine ayrılan ödeneğin sadece 25,8 milyar TL ile faiz borcu yanında deryada damla bile olmaması, iktidarın tarım ve hayvancılığa karşı duyarsızlığının kanıtı!

9.CB Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyaretinden siyasi ve ekonomik açıdan umduğu sonuçları elde edemediği anlaşılıyor. Kaşıkçı dava dosyası başta olmak üzere verilen tavizlere rağmen Suudi yönetiminin ve Suudi devlet medyasının ‘Erdoğan kendisi gelmek istedi, biz davet etmedik’ söylemi, ülkemiz açısından inciticidir!

Ülkemizde işlenen gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetiyle ilgili davayı ziyaret öncesi talep edilen tavizlerle, yargı bağımsızlığından feragat ederek kapatıp, dava dosyasını cinayetin faili olarak itham ettiği Suudi yönetimine gönderen CB Erdoğan, buna rağmen Suudileri memnun edemedi.

CB Erdoğan’ın beraberinde tam kadro atanmış kabinesini de götürdüğü Riyad’da

Suudi Kralı ve Kaşıkçı cinayetinin sorumlusu olarak itham ettiği Veliaht Prens Muhammed bin Salman ile ikili temasları dışında, heyetler arası resmi müzakere dahi yapılmaması, diplomatik teamüller gereği görüşmeler sonrasında ortak basın toplantısı ya da ortak resmî açıklamanın da gerçekleşmemesi çok dikkat çekici!

İktidarın ‘normalleşme’ hamlesi çerçevesinde büyük beklentilerle Riyad’a yaptığı bu ziyarette Suudi tarafının Türkiye heyetine karşı sergilediği tavır tam da böylesi durumları tanımlayan ifadeyle istiskal edicidir.

Daha önce aynı normalleşme hedefi doğrultusunda Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile Ankara’da ve Abu Dabi’de gerçekleştirilen temaslar sonrası 10 milyar dolarlık yatırım vaadinin yanı sıra çevreden enerjiye, turizmden eğitime varana kadar 20 dolayında ikili anlaşma imzalanmıştı.

Riyad ziyaretinde ne resmî ya da ortak açıklama ne de bir tek anlaşmanın imzalanmaması, Suudi Merkez Bankası ile swap anlaşması beklentisinin boşa çıkması, CB Erdoğan’ın ziyaret dönüşü uçakta yaptığı ‘başarılı görüşmeler’ açıklamalarının altının boş olduğunu ortaya koyuyor.

Öyle ki CB Erdoğan’ın dönüş yolunda gazetecilere yaptığı açıklamada kullandığı “Hâdimü’l Haremeyn’in daveti üzerine Suudi Arabistan’a bir ziyaret gerçekleştirdik” ifadesi hemen Suudi Devlet medyası ve televizyonu tarafından tekzip edildi. Devlet televizyonu Suudi yetkililerinin resmî açıklaması olarak verdiği haberde, yetkiliye atfen “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suudi Arabistan Yönetimi tarafından davet edilmedi, görüşme Erdoğan’ın talebi üzerine gerçekleştirildi. Suudi Kralı’nın Ramazan ayının son 10 gününde ülkeye gelmek isteyen tüm Müslüman ülke liderlerine Kâbe ziyaretleri çerçevesinde kapıları açması ve sonrasında sarayında kabul etmesi krallığımızın bir geleneğidir.” ifadesine yer verdi.

CB Erdoğan ile aynı günde Pakistan’ın yeni Başbakanı Şahbaz Şerif’in de bu gelenek çerçevesinde Suudi Arabistan’da olduğu hatırlatıldı. Pakistan Başbakanı ile Suudi Kralı başkanlığındaki heyetler arası görüşmeler ardından Suudi Sarayından yapılan resmî açıklamada Pakistan’a 8 milyar dolar tutarında bir mali kaynak desteği sağlandığı dile getirildi.

The Guardian Gazetesi, Erdoğan’ın temasları ve Suudi Arabistan-Türkiye ilişkileri üzerine konuştuğu ‘üst düzey Suudi yetkilinin’, CB Erdoğan için “Bizim ona ihtiyacımızdan daha çok onun bize ihtiyacı var. Bizim ülkemize seyahati gerçekleştiren de o” sözlerini aktardı.

Ziyaret başlangıcında havaalanındaki açıklamalarında Suudi Arabistan-Türkiye arasında dostluk ve kardeşlik bağları olduğunu, bu ziyaretle ikili ekonomik ve ticari ilişkilerin çok daha ileriye taşınacağını Suudi turistleri Türkiye’ye beklediklerini ifade eden CB Erdoğan’ın bu ziyaretten en büyük beklentisi 10-15 milyar dolarlık bir swap anlaşması ve Suudi fonlarından Türkiye’ye kaynak sağlanmasıydı.

Riyad dönüşü yapılan açıklamalarda ise savunma sanayiinde bazı ortak adımlar üzerinde durulduğu Suudilerde para, Türkiye’de ise teknoloji olduğu, Suudi sermayesinin Türk savunma sanayiine yatırım yapması beklentisinden öte somut bir söylem yer almadığı gibi ikili ilişkilerde yeni bir dönemin başlayacağı vurgusuyla yetinildi. EXPO 2023 için Suudi Arabistan’ı destekleme sözü verdiği ifade edildi.

Suudi devlet medyasında ve Suudi yetkililerin ziyarete yönelik olarak uluslararası medya organlarına yaptıkları açıklamalarda, CB Erdoğan’ın davet edilmediğinin, kendisinin ısrarla gelmek istediğinin ifade edilmesi Türkiye Cumhurbaşkanı ve ülkemiz adına inciticidir. Türkiye’nin ‘zoraki gelmek isteyen davetsiz misafir’ konumuna sürüklenmesi Türkiye’nin saygınlığı, bölgedeki ve dünyadaki ağırlığı açısından kabul edilemez bir tavırdır!

10.AB Komisyonu Rusya’ya yönelik yeni yaptırım paketiyle ilgili önerilerini açıklarken, Avrupa’nın Rus petrolüne bağımlılığının sonlandırılması ve Rusya’ya petrol ambargosu uygulanması önerisi AB içinde çatlak yarattı. Macaristan petrol yasağına uymayacağını açıkladı. Birleşmiş Milletler (BM) küresel açlık krizi uyarısında bulunarak; Ukrayna limanlarının açılması ve hububat ihracına olanak sağlanması çağrısı yaptı.

Rusya-Ukrayna Savaşı üçüncü ayına girerken ABD ile ortaklaşa Rusya’ya yaptırım uygulayan Avrupa Birliği (AB) Komisyonu 6’ncı yaptırım paketi için Dışişleri Bakanları ve Liderler Zirvesi toplantılarına sunacağı önerileri açıkladı. AB

Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in, Avrupa Parlamentosu (AP) Genel

Kurulu’nda duyurduğu yeni önlemler arasında en dikkat çekenler;

Rusya’ya petrol ambargosu başlatılması,

Rusya’dan ham petrol ve petrol ürünleri alımının durdurulması,

Yılsonuna kadar Avrupa’nın Rusya’ya petrol bağımlılığının sonlandırılması, oldu.

Uzun süredir üye ülkelerin anlaşmazlık yaşadığı petrol ambargosu önerisi komisyon tarafından benimsenerek üye ülkelere önerilirken AB içindeki çatlak açığa çıktı.

Macaristan, Rusya’ya petrol ambargosuna uymayacağını, ülke ekonomisi açısından Rusya’dan gelen petrolün hayati önemde olduğunu açıkladı. Avusturya ve Slovakya da Rusya’dan petrol alımının durdurulmasına karşı çıkıyor.

Açıklanan 6’ncı yaptırım paketinde petrol ambargosu dışında Buça’da savaş suçu işlendiği iddialarından sorumlu tutulan ve her an Rusya kontrolüne geçmesi beklenen Mariupol şehrinin kuşatılmasından sorumlu yüksek rütbeli subaylar ve diğer kişiler yaptırım listesine eklenecek.

AB Komisyonu’nun petrol ambargosu dışında diğer yaptırım önerileri:

Rusya’nın en büyük bankası olan Sberbank ve diğer iki büyük Rus bankasının SWIFT sisteminden çıkarılarak Rusya’nın finansal sisteminin çökertilmesi,

Rus devletine ait 3 televizyon kanalına yayın yasağı getirilmesi, bu medya kuruluşlarının AB ülkelerinde, kablo, uydu, internet veya akıllı telefon uygulamaları aracılığıyla herhangi bir şekilde faaliyet göstermelerine izin verilmemesi,

Rusya’nın AB üyesi ülkelerdeki mali danışmanlık şirketlerinden hizmet almalarının ve erişimlerinin yasaklanması.

AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, petrol ambargosu önerilerinin Rusya’dan gelen tanker gemileri ve karadan boru hattıyla taşınan tüm Rus petrolünü ve rafineri ürünlerini kapsayan ithalat yasağını içerdiğini belirterek, Rusya enerji sektörüne ağır hasar vermeyi hedeflediklerini kaydetti. Bazı üye ülkelerin Rus petrolüne bağımlılığının farkında olduklarını ve bu yaptırımı uygulamanın kolay olmayacağını bildiklerini ama yine de bu önerilerinde ısrarcı olacaklarını vurguladı.

Öneriler uyarınca Rusya’dan ham petrol tedarikinin 6 ay içinde ve rafine ürün tedarikinin de yıl sonuna kadar aşamalı olarak kesilmesi öngörülüyor. Kararın yürürlüğe girebilmesi için tüm üye ülkelerce onaylanması ya da herhangi bir üye ülkenin veto hakkını kullanmaması gerekiyor.

Macaristan, Slovakya ve Avusturya’nın tavrı bunun güç olacağını gösteriyor.

Yaptırım kapsamında Rus ordusundan 58 üst düzey askeri personel bulunuyor. Ayrıca Ukrayna işgalinde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e destek açıklaması yapan, tüm kiliselerde ortak vaaz metinleri yayınlatan Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Kirill de yaptırım listesine alındı.

Diğer yandan AB ve ABD yaptırımlarına karşı hamleler gerçekleştiren Rusya, aralarında Japonya Başbakanının da yer aldığı bazı devlet başkanlarına Rusya’ya giriş yasağı getirdi. Danimarka, Almanya, İtalya vb. ülkelerin Rusya’daki diplomatlarını sınır dışı etme kararı aldı.

Rusya ayrıca ‘düşman ülkeler’ listesinde yer alan ülkelere yönelik ihracat ve bu ülkelerden yapılan ithalat yasağının kapsamını genişleterek çok sayıda madencilik ürününü, hububat türlerini, metalürji ürünlerini yasak listesine dahil etti.

Rusya, son günlerde Ukrayna’da gerçekleştirdiği bombardımanlarda hububat depolarını, siloları ve tarım araçlarını hedef almaya yöneldi.

Birleşmiş Milletler (BM) Dünya Gıda Programı (WFP) tarafından yapılan acil çağrıda gıda krizi tehlikesinin arttığı, yaklaşık 50 milyon insanın açlık tehlikesiyle karşı karşıya oldu belirtilerek Ukrayna’dan hububat ihracına olanak sağlanması istendi. WFP açıklamasında, Ukrayna’da üretilen gıda ürünlerinin serbestçe dünyaya ulaştırılabilmesi için Odessa bölgesindeki limanların acilen açılması çağrısında bulundu.

Avrupa ülkelerinin de Ukrayna ve Rusya’nın en büyük hububat ithalatçıları arasında olduğu göz önünde tutulduğunda Rusya’nın buğday depolarını vurması ya da buralardaki buğdaya el koyarak Rusya’ya taşıması tıpkı petrol ve doğal gaz gibi sıkıntının boyutlarını büyütebilir.

Ayrıca Odessa ve Karadeniz’deki diğer limanlarda demirli, çıkışına izin verilmeyen gemilerin ambarlarında 1 milyon 250 bin ton buğday olduğunu açıklayan Kiev yönetimi, bir süre sonra gemilerdeki hububatın bozulacağını, tüketilemez hale geleceğini açıkladı.

Buna ilave olarak Rusya’nın tahıl depolarını ve hububat silolarını vurmaya başlaması, haziran-temmuz döneminde güçlükle de olsa yapılacak hububat hasadının depolanacağı silo bulunmasında yaşanacak zorluklardan ötürü yeni ürünün de ya hasat edilemeyeceği ya da tarlalarda çürümeye terk edileceği öne sürülüyor.

Dünyanın sayılı buğday ve hububat üreticileri arasında bulunan Ukrayna’da tahıl depolarındaki ürünlerin, tarımsal üretim araçlarının Rusya’ya taşınmasıyla, savaş nedeniyle Ukrayna’da hububat ekiminin yapılamaması ve mevcut ürünlerin savaş nedeniyle ihraç edilememesi Küresel Hububat Krizini büyütüyor.  Rusya’nın Ukrayna’nın liman kenti Odessa’yı kuşatması hububat yüklü gemilerin limandan çıkışına izin vermemesi Küresel Gıda Krizi olasılığını da artırıyor!

YORUMLAR
Bir Yorum Yapın